Ay Işığı ve Çürük Elma


Yatak odamın penceresi sonuna kadar açıktı ve karanlığın cevheri ay, bir demet beyaz ve parlak ışınını yatağımın başucuna göndermişti. Gözlerim açık mıydı, kapalı mıydı farkında değildim fakat her koşulda başımın  üzerindeki ışınların zihnimin derinliklerine daldıklarının farkındaydım. Hareketsiz kalmıştım, sesimi çıkarmam mümkün değildi. Korkuya rağmen çok güzel bir his, bir nevi kutlu bir huzur tarafından zihnim ele geçirilmiş gibiydi ve zihnimin içinden konuştu benimle, bir melodi gibi, defalarca dinleyip unuttuğum bir müzik gibi, kelimelerle değil, çoktandır duyup duyup umursamadığım bir şarkı ile konuştu benimle

 -Bu bir rüya biliyorsun değil mi? Eninde sonunda uyanacaksın, kat kat birbirinin içine girmiş tüm o rüyalardan kafanı kaldırdığında, hala bir rüya daha kalmış olacak.  –Uyanmak istemiyorum, kaçmak istiyorum, beni yakalayamasın istiyorum. Kafamı kaldırmamak, gözlerimi açmamak, o malum boşluk canavarıyla karşılaşmamak istiyorum. Ah, hayır, yardım et bana. Beni bulamasın. Fakat gün geçtikçe yaklaşıyor biliyorum, nefesini hissediyorum ensemde. Gitme, kal, karşılaşamam onunla. Korkuyorum çok, uyandırma beni.

-Hayır, hayır, hayır. Sakın!

 Nefes nefese kalktım.

Altı üstü bir rüyaydı, uyanmak istediğim rüyalardan biri, hiç uyanmak istemediğim bir rüya daha var ki, zihnimin bir kenarında tozlu raflarda öylece duran bir hikayeyi bana tekrar tekrar dinletmeye çalıştığını fark etsem de, değişikliğe olan korkuyla karışık direncimle dinlediğimi yaşamaya devam ediyorum.

Zor bela kahvemi yaptım ve kaç gündür dışarı çıkmadığımdan ve de biraz  da ferah bir nefes almak istediğimden kendimi istemeyerek de olsa  dışarı attım. Yılların elma ağacı sapsarı kurumuş dallarıyla sanki  bana hayatın asıl ve gizlenen tarafını anlatır gibiydi, karşısına  geçtim ve oturdum. Üzerinde kurtlar dolanıyordu, elmalar çürümüş  olmasına rağmen, kupkuru dalların arasında sarımsı-kahverengimsi  renkleriyle hala daha ağaca tutunma gayreti içindeydiler, oysa ki  çoktan yere düşmüş olmalı ve toprağa karışmaya başlamalıydılar? Tıpkı  ben gibi, direnç gösterdikleri belliydi gelecek olana. Fakat kaçış  nereye kadar? Bahçe duvarı yer yer çatlamaya başlamıştı bile. 

Beni saran garip, yeni ve değişik hislerle oturakaldım bahçede. Güneş  o kadar parlaktı ki, uzun süre kalınca net görememeye başlamıştım  çevremi hatta bir zaman sonra ortamın loşlaşmaya başladığını fark  ettiğimde de bunu gözlerimin güneş ışığına alışmasına yordum ve  kahvemi yudumlamaya devam ettim. Aradan 10 dakika geçti geçmedi  bahçede yeşil olan ne varsa solmaya ve sararmaya başladı fakat  enteresan bir şekilde elma ağacı gitgide parlaklaşıyor ve yeşeriyor  gibiydi. Yeşil canlı ve hayat dolu gördüğüm  ne varsa tüm renklerini  kaybediyor ve kendilerini yer çekime bırakıyorlardı. Elma ağacı zaman  geçtikçe parlak yeşil yaprak dolu dallarını gurur duyarmışcasına öne  arkaya sağa sola doğru uzattıkça uzatıyordu.  Arkamı döndüm ve denizin  artık mavi değil koyu griye yakın bir renk olduğunu fark ettim.  Çevrede tek bir insan yoktu. Gördüklerimin gerçek mi yoksa bir nevi  rüya mı olduğunun da farkında değildim. Çevremi tanımakta zorluk  çekiyordum. Bu esnada elma ağacımdaki elmalar kıpkırmızı  olgunlaşmışlardı bile. Oturdum kaldım, nerede olduğumu kestiremiyordum  artık.  

Ağlamaya başladım, ne bildiğim bana acı veren dünyadaydım ne de  ötekinde, arada bir yerlerde, içimi yakan, gönlümü karartan  düşüncelerle sallanıyor olmalıydım. Böyle bir anda çıktı geldi, elma  ağacının yanında belirdi ilk ve sanki havada yürüyormuş gibi yaklaştı  yanıma. Dişi mi erkek mi olduğunu anlayamamıştım ya da gerçekten bana  yaklaşıp yaklaşmadığını, uzaklaşıyor da olabilirdi. Fakat yanımda  belirince birden içime inanılmaz bir ferahlık geldi, nerede olduğumu,  bana neler olduğunu umursamıyordum bile. Parlak uzun saçları vardı ve  kocaman gözleri menekşe ya da mor renkliydi, minicik bir burnu ve  incecik dudakları vardı. Onun periler diyarından geldiğine o kadar  emindim ki. Yanımda olması yetmişti bana, yanımdan hiç kalkmasın  istiyordum. Öylece oturalım, dünyalar birbirine girsin, çarpışsınlar,  yok olsunlar umurumda dahi değildi. İçimden 'kim olduğunu bilmiyorum  fakat sakın gitme' diyordum. Defalarca tekrarladım bunu ve konuştu  sonunda benimle, ağzı oynamıyor gibiydi, belki de o konuşmuyor da ben  onu konuşturuyordum. 

-Dinle beni, ne kadar acı çektiğini biliyorum ve sen acı çekerken  sanma ki yalnızsın. Seninle birlikte ağlayan düzinelerce varlık var  senin bilmediğin. Kalbini kapatma sakın, ne olursa olsun, Tanrıdan  uzaklaşma sakın, ne olursa olsun. Yere yığıldığını gördük biz, kapkara  gözyaşlarının toprağı suladığını gördük biz, senin acınla solanları  gördük biz ve fakat her şekilde sana hala el vermeye çalıştıklarını  gördük biz. Sen fark etmesen de, sen bilmesen de her gözyaşın bir  serçeyi öldürüyor burada, her gülüşün bir papatyayı canlandırıyor  burada. Görmesen de, duymasan da. Bir daha gelmeyeceğim yanına, bir  kez daha anlatılmayacak bunlar sana, sen bize gelene kadar bu son  görüşmemiz seninle.  

-Lütfen bir kaç dakika daha. Anlat bana elma ağacını nesi var? Neden dünyayı ters yüz ederek anlattın bana?

 -Elma ağacının ölmesi gerekiyordu, eğer yaşasaydı diğer her şey ölecekti. Bunu görmeni istedik. Dünyayı ayakta tutmaya çalışanlar bunu sana göstermemi istediler. Şimdi tercihini yapmalısın. Artık vedalaşmalısın elma ağacı ile ve onu kökünden kesmelisin. İçinde ölüp giden tüm duyguları da aynı şekilde denize atmalısın. Ayaklarını sımsıkı yere bağlayan cehennem zebanilerine izin vermemelisin ve ölene kadar yaşamalısın. Anladın mı beni? İyice anladın mı?

Esindaş


Hiç yorum yok:

Sayfalar