Joker ile ilgili yazılacak ve de
konuşulacak çok şey var fakat bu filmin en güzel tarafı Batman filmlerinde kötü
karakter olarak karşımıza çıkan Arthur Fleck’in diğer yüzünü görmemiz ki bu
noktada çoğumuzun bakış açısı değişiyor ve kendimizi şunu soruyoruz: Arthur
Fleck gerçekten kötü mü? İyi ve kötü arasındaki fark tam olarak nedir? Akıl
hastası ile normal birey arasındaki fark kötü bir anne olabilir mi?
Arthur zor koşullarda palyaçoluk
yaparak evi geçindirmeyi çalışırken bir taraftan da aslında hiç de yatalak
olmayan ve büyük ihtimalle kendi bakımını gerçekleştirebilecek –ki bunu
ambulansla götürülürken hiçbir ilaç kullanmadığına dair bilgi veren Arthur’un
vasıtasıyla anlıyoruz- bir kadına ‘annesine’ bakıyor. Yatağına yemeğini
götürüyor hatta o da yetmiyor onun banyosunu yaptırıyor. Arthur’un acayip bir
insan olduğunun farkındayız lakin Penny gizli, esrarlı ve de hastalıklı
kişiliği ile çok daha garip durmakta. Hangi anne oğluna bu şekilde bir hayatı
uygun görür ve çocuğun tüm psikolojisini alt üst etme pahasına, tüm bedeninin ve de ruhunun hastalıklarını
onun omuzlarına bırakarak gayet hafif bir şekilde hayatını idame ettirebilir
diye sorarsanız eğer cevap şöyle olacaktır: Terapistler tarafından çok iyi
bilinmektedir ki bazı anneler çocuklarını gerçek anlamda saykotik bireylere
dönüştürebilmektedir.
DNA’larımızın çok büyük kısmını
babadan ziyade anneden alırız. Mitokondriyel DNA yumurtada çokça bulunurken,
spermde az miktarda vardır ve fertilizasyondan sonra kaybolurlar. Mitokondriyel
DNA aslen tamamen anneden gelir ve bunun yanında yumurtada fazla miktarda
transkripsiyon faktörü de bulunmaktadır; transkripsiyon faktörleri kısaca
DNA’da kendine özgü bir alana bağlanarak transkripsiyonu sağlayan bir çeşit
proteindir. Fakat akıl hastalığının genetik kökeni tam olarak nedir? Yeni
yapılan araştırmalar doğuştan sahip olduğumuz genlerin aslında akıl hastalığına
yakalanmada ancak ve ancak uygun çevresel faktörler devreye girdiğinde etkili
olabileceğini gösterdi. Bunu bir örnekle izah edebiliriz: Depresyon
hastalığında iyi ve kötü olarak derecelendirilen üç tane gen olduğunu
varsayalım; ilginçtir ki prenatal dönemde ve bebek doğduğunda annenin yaşadığı
travmalar ve duygular neticesinde hangi genin transkrip edileceği ortaya
çıkmaktadır ki burada prenatal çevresel faktörlerin ne derece önemli olduğunu
görebiliyoruz. Fakat tek çıkarımımız bu olmayacaktır elbette; doğumdan sonra
annenin davranışları ve duygusal durumu ve diğer çevresel faktörlere göre gen
transkripsiyonu şekillenecektir ki bu durum Arthur’un evlatlık olmasına rağmen
nasıl olup da narsistik delüzyonel kişilik bozukluğu tanısı almış olan Penny
gibi delüzyonel kişiliğe sahip olabileceğini kısmen de açıklar. Arthur’un
delüzyonel kişiliğe sahip olduğunu asansörde karşılaştığı kadın ile beraber
olduğuna dair sanrılarıan öğreniyoruz; tabi burada bazı başka etkenler de
olabilir ki bunlardan biri de şudur: Devletler genel olarak çocuğun evlatlık
verileceği aileyi öz ailesine benzerliğine göre seçer; Arthur’un öz annesi ve
babasında da bu tip bir hastalık bulunabilir ya da bulunmaz; bunu tam olarak
bilemesek de elimizdeki bilgiler ile bir takım çıkarımlarda bulunabiliriz.
Penny dışarıdan bakıldığında
oldukça hassas ve de kırılgan aynı zamanda naif bir kadın olarak görülecek ve
Arthur ona bu kadar iyi baktığı için alkışlanacaktır ta ki bakmayana kadar.
Kendi toplumumuza durumu uyarlamaya çalışalım: Penny hayatında birçok şeyden
vazgeçerek, evlatlık oğluna kendini adamıştır; şimdi ise yaşlanmış ve hayatını
idame ettiremeyecek duruma gelmiştir ki elbette hayırlı bir oğuldan ona bakması
beklenir. Toksik dünyasına oğlunu dahil etmesi zamanla onu da zehirlemesi ise
toplumu asla ilgilendirmeyen bir konudur. Genel kural, genel kuraldır ve
annelik her daim kutsaldır. Fakat asıl durum şudur: Annelik kutsaldır çünkü gen
aktarımı her şeydir ve gen bencildir. Kadın olmak vücuttaki kimyasal olaylara
bakıldığında erkek olmaktan çok daha zordur; kadınların fizyolojileri erkeklere
nazaran çok daha çeşitli hormonlarla yönetilir ki bu bile kadınların
karmaşasını anlamamız için yeterli olmalıdır ne de olsa çoğu zaman psikoloji
fizyolojinin aynasıdır. Kadın olmak zordur fakat annelik çok daha zordur. Fakat
ne olursa olsun yanlış annelik ne topluma ne de bireye yarar sağlayabilir;
objektif değerlendirme şarttır. Annenin çocuğuna duyduğu toksik sevgi en
tehlikelisidir.
Tarihte Freud ile başlayan ve
toksik annelerin çocukların ruh sağlığını büyük oranda etkilediği ve birtakım
akıl hastalıklarına yol açtığına dair genel kanı modern tıbba rağmen hala devam
etmektedir ve kanımca devam da etmelidir.
Akıl hastalıklarının ardındaki temel etken hiçbir zaman net olarak
ortaya çıkarılmamıştır. Freud’un zamanında elbette tıp daha doğrusu tıbbi teknoloji
bu kadar gelişmiş değildi fakat bunun bir bakımdan da çok daha yararlı
olabilecek bir bakış açısına olanak sağlamış olması mümkündür; insan bir bütün
olarak görülür; ailesinden ve çevresinden bağımsız değildir; geçmişi ve
çocukluğu bireyin karakterinin olgunlaşmasında çok önemli faktörlerdir; insan
laboratuvar ortamında tek başına değerlendirilebilecek bir organizma değildir.
Elbette bu bakış açısı moleküler düzeyde tanı yapabilen teknolojik cihazların
yokluğunda doğal akışla ortaya çıkmış olan bir yaklaşım olabilir fakat bu onu
daha az gerçekçi kılmaz.
Freud’dan sonra 2. Dünya savaşına
kadar olan dönemde akıl hastalıklarının beyin hasarı neticesinde ortaya
çıktığına inanılmış ve bunun sonucu olarak oldukça korkunç cerrahi yöntemlere
başvurulmuş fakat yapılan lobotomilerden hiçbir netice alınamamıştır. Akıl
hastalığı beyin hasarı sonucu değilse tam olarak nedir? 2. Dünya savaşından
sonra ABD’de oldukça yüksek sayıda askerin mental rahatsızlığa yakalanmaları
neticesinde gözler gene annelere çevrilmiş ve onların toksik, dominant ve narsistik
sevgilerinin bir sonucu olarak erkek çocukların gerçek hayatla uyumu
yakalayamadıkları ve bunun neticesinde kendi ayakları üzerinde duramadıkları
gözlemlenmiştir.
1950’lerden sonra vücuttaki
kimyasal reaksiyonların az çok çözülebilmesi neticesinde belirli
nörotransmitterlerin fazlalığı ya da yokluğu ile akıl hastalıkları arasında
bağlantı görülmüş ve ilaç tedavisine başlanmıştır. Fakat bütünün işleyişi tam
olarak anlaşılamadığından ciddi yan etkiler ortaya çıkmıştır. Beyin
kompartmanlarına ayrılmış bir bütündür. Her bir nörotransmitterin farklı
kompartmanlarda farklı görevleri vardır dolayısıyla dışarıdan yapılan takviye
bir bölümde kısmen de olsa işe yarayabilecekken bir başka bölümde tersi bir
etkiye neden olabilecektir.
Tüm bu
açılardan bakıldığında Arthur Fleck’in nasıl olup da Joker’e dönüşebildiğini az
çok anlıyoruz. Ona olan sempatimiz
artarken Penny Fleck’e olan kinimiz artıyor. Bu film ile birlikte yeni bir
gerçeklik ile karşılaşıyoruz: Her anne bizim hayalimizde yatan anne
olmayabilir. Bakıma muhtaç bir şekilde, eli ayağı tutmaz, saf gözlerle
yatağında yatarken aslında zihninin içinde sadece çocuklarına saldıran ve
onların görebildiği ve sadece onları darmaduman eden koskocaman bir canavar
taşıyor olabilirler. Bundan çok daha üzücü bir şey var ki o da kendilerinin
farkına varmayışları, zehirlerinin çocuklarda yaratacağı akıl hastalığına
varabilecek korkunç duygusal durumları görmezden gelmeleridir. Bu bilinçli bir
görmezden gelme değilse bile bu durumda fark eden bir şey olmaz. İstemeden de
olsa Arthur Fleck artık bir Joker’dir ve kendi ölümü oğlunun elinden olur.
Gerçeği öğrendiğinde Arthur’un elinden annesini kim kurtarabilir? Kurtarılmalı
mıdır? Böyle bir annenin cezası ne olmalıdır? Çoğu zaman cezasız kalacak ve
bunlar net olarak konuşulamadan dillere pelesenk olmuş annelik kutsaldır lafügüzafı
ile geçiştirilecektir. Peki, bu doğru ve de gerçekçi bir bakış açısı mıdır?
Annelik bir an önce sorgulanmaya başlanmamalı mıdır? Kanımca kesinlikle
sorgulanmalıdır! Kötü, yaramaz, polisle başı derde giren ergenlere bakıldığında
ardında her daim travmatik bir çocukluk dönemi görülmüştür. Annelik kutsaldır
fakat asıl kutsal olan bir annenin çocuğu neye dönüştürebileceğini
kavrayabilmesi ve elinden geldiği kadar çocuğa az travma yaşatabilmesidir.
Sorunlu bir dünyada sorunsuz aile yoktur lakin karakterleri oturmuş, olgun
bireyler sorunların çocuklarında travma oluşturmalarını engelleyebilirler. Şunu
unutulmamalıdır ki anne sevgisi olmadan bir bireyin ne fizyolojik ne de
psikolojik olarak doğru yetişebilmesi mümkün değildir lakin doğru sevgi aşırı
ve toksik sevgiye her zaman yeğdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder