Bir Ölümün Ardından



Hayır bu o gecelerden biri değildi, gün ışığının her yeri aydınlattığı, renklere boğduğu gündüzlerin gecesi hiç değildi, gri, siyah, lacivert bir günün gecesiydi bu; sabaha sağ salim çıkacağınızı bilip bilmediğiniz gecelerden. Rüzgar bir değişik sallıyordu ağaçları, hışırtılar daha yoğundu, dolunayın ışığı altındaki gölgeler daha büyüktü. Kimsecikler yoktu arkadaki tek katlı evlerde, mahalle tamamen boşalmış gibiydi. Daracık yoldaki sokak lambalarından biri yanıp sönüyor, ortamın olduğundan daha da garip görünmesine neden oluyordu. Evlerden birindeki açık kalan kepenkler arada bir hızlıca çarpıp yerimden sıçramama neden oluyordu. Tek bir köpek havlaması yoktu, sanki hepsi birden kaybolmuş gibiydiler ya da belki de bir şeyleri bekliyorlardı kimbilir. Arka odadaki yer minderinin üzerine büzüşmüş bir şekilde, hiç lamba yakmadan, demir parmaklıklı geniş pencereden dışarıyı izliyordum. İçimdeki garip ürpertiyi son haftalarda başıma gelen akıl almaz olaylara bağlasam da, gecenin korkusunun içimde ağ kurmasına engel olamıyordum. Neden bu gece?

Aşağıya, mutfağa indim. Akşam yemeği yememiştim, bir şeyler atıştırmaya karar verdim. Ekmeğin arasına ne bulduysam doldurdum, bir de güzel sahanda yumurta ile yanına müthiş bir filtre kahve yaptım ki; neşemi anca bu getirebilirdi.

Babamın ölümünün üzerinden tamı tamına 33 gün geçmişti ve ben hala hayata dönemiyordum, kaç gün sürecek acım, kaç ay, kaç yıl? Sürekli dolacak mıydı gözlerim? Korkunç bir pazar sabahı, sanki her şey normalmiş gibi cıvıldayan kuşların sesiyle kalkıp 10 dakika sonra kaybetmiştim babamı, annemin hastalığının acısına daha fazla dayanamayan babamı, ardımdaki dağı. Babam; varlığını hiç bilmediği ve fakat hep orada duran ve her daim destek olan arkasındaki koskoca dağı, anca kendi babası göçtüğünde diğer diyarlara, fark ettiğini söylemişti ben çok çok küçükken, unutmadım ya hiç o dediğini, o zamandan beri babamı ulu bir dağ bilmişimdir hep ve meğer insan kırkından sonra da yetim kalır imiş, hem de nasıl kalır imiş, hem de nasıl! Gene ağlıyordum işte, mutfaktaki kağıt havlu ile sildim gözyaşlarımı, tepsiyi alarak, geri odaya çıktım.

Gecenin korkunçluğu içinde, bir şeyler beni yeniden hayata bağlar gibiydi ve bu düpedüz şakacı Tanrı'nın bir işi olmalıydı. Hazırladığım aperatİfleri silip süpürdüm. Kahvemi yavaş yavaş içmeyi tercih etmişimdir hep. Dalların hışırtıları dışında, boğuk sesler geliyordu dışarıdan Nedense o sesleri dahi sevdim, içimdeki ürpertiyi, serin havayı, bahçedeki asma yapraklarının neredeyse pencereden içeriye uzanacakmış gibi uzuyor gibi görünmesini ve hatta ayın gökyüzünden yeryüzüne yaklaşıyor gibi gitgide büyümesini de sevdim. Tüm bunlar normal bir gecede çok garip olmalıydı fakat ben, garipsemeyi ve hatta ürkmeyi bırakmış gibiydim.

Gökteki küçük bulutlar arada bir dolunayı kapatsalar da ortam tam olarak kararmıyordu; büyük ihtimalle ayın normalin 2-3 katı kadar büyüklüğe erişmiş olmasından dolayıydı. Birilerine telefon açmalı mıydım? Herkes aynı şekilde görüyor muydu göğü ve ayı? Saat neredeyse sabahım üçüydü ve tanıdığım herkesin uyuduğuna emindim. Zaten babamın cenazesindeki olaylar nedeniyle pek bir yakınım kalmış sayılmazdı ve fakat ne gerek vardı? Herkesin birbirini gereksiz yere yerip, gereksiz yere övdüğü bu saçma sapan ilişkiler yumağında, insanın delirmemesi adına tek başına kalması daha hayırlı görünüyordu. Delilikten öte hiç bir şey sizi topluma bağlayamaz ve delilerin arasında her daim "asıl deli" sizsinizdir. Bu yüzden eğer gerçekte bir deli değilseniz, deli numarası yapmayı kesip, toplumla bağınızı koparmanız gerekmektedir. Ben tam da bunu yaptım, deli olmadığımı haykırdım ve de şimdi burada acaip sesler ve çok çok büyük bir ayın eşliğinde kahvemi yudumluyorum. Şakacı!

Arka bahçenin hemen önündeki evin pencerelerinden birinde titrek bir ışık görünceye kadar, hala daha normalleştirecektim, tüm bu acaip gecenin anlamsız ve ürkünç olaylarını fakat benim için bile bu kadarı fazla. Yıllar var ki o evin sahibi gelmiyordu evine. Başına ne geldiği ile ilgili bir fikrim yoktu, pek de tanımazdım zaten kendisini. Oradaki titrek ışığı yakanın bir hırsız olması kuvvetle muhtemeldi. İçerinin görünmeyeceğinden emin olsam da- keza tek bir ışık yoktu- pencerenin kenarından, başımı pek de kaldırmadan bakmaya çalışıyordum. Ay evin tepesine kadar inmiş gibiydi ve öylesine aydınlandı ki, gözümü kısmak zorunda kaldım fakat ne kalktım yerimden ne de bakmayı bıraktım, kalbimin göğüs kafesinden fırlayacakmış gibi çarpmasına rağmen ve de göreceklerimin acaipliğinden belki de nefesimi verip, geri alamayacağımı tahmin etsem de mıhlandım oracığa.

Balkona gözlerini dikmiştim, yukarıdaki büyük büsbüyük ay parlamayı bir an olsun kestiğinde titrek ışığın balkona kaydığını fark etmiştim. Titrek ışığın sigaradan geldiğini gördüğümde , o sigarayı tutanın babam olduğunu anında anlamıştım. Balkonun demirlerine tutunmuş bana bakıyordu. Derhal kalktım yerimden, avazım çıktığı kadar bağırıyordum, 'bekle baba, beni bekle, geliyorum, ne olursun bekle'. El salladı bana, gülümsüyordu. Ta küçüklüğümden beri bildiğim ve beni dünyaya karşı koruyan kocaman bir gülümsemesiydi o, 'hiçbir sorun yok, her şey yolunda' gülümsemesiydi o, hatta belki de şakalaşacaktı benimle, biraz daha kalsa, ah biraz daha. Fakat gidecekti belli, çırpınsam da, ağladam da, yalvarsam da gidecekti. Ay yukarıya doğru, eski konumuna yol almaya başlayınca, babamın silüeti de yavaş yavaş silinmeye başlamıştı. Bir kaç dakika içinde ne o kocaman aydan ne de babamdan eser yoktu. Oracığa yığılsam da, içimde, derinlerde bir yerlerde tuttuğum huzuru geri çağırmaya hazırdım artık, tonlarca gözyaşı ve binlerce parçaya ayrılmış kalbimin kırıntıları arasında, yok olmasından korkup, sakladığım o minik pırıltıyı-huzuru- geri çağırdım ve tanrıya olan inancımı geri kazanarak, dualarla uykuya dalmaya hazırlandım.

Esindaş

Hiç yorum yok:

Sayfalar