Pişmanlıklar


Gecenin bu saatinde sokakta, anca, yükleri ağır, omuzları düşmüş, yaşamakla yaşamamak arasında sıkışmış kalmış, yüreklerindeki acının aksine gözlerine delici bir umursamazlık düşmüş gariban, çaresiz insanlar dolanırdı, aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya. Başlarını kolay kolay kaldırıp yukarıya bakmazlardı, bakamazlardı, boyunları eğik, başları eğik, yaratıcıdan umudunu kesmiş yaratılanlar ordusu. Bu sokağın özelliği buydu, tek bir sokakta sanki tanrının elini, eteğini çektiği, gazapla doldurduğu insanların tüm acısı birikmiş, şehrin diğer kısımlarına ulaşmasın diye, çevresi koca koca betonlarla çevrilmişti. Lüks plazalar, yıkılmak üzere olan iki üç katlı apartmanların üzerine gölgelerini vermekle kalmıyor, tüm haşmeti ve ağırlığıyla başaranlar ve başaramayanlar arasındaki büyük farkı gözler önüne seriyordu.

Üzerimde eskimiş, yer yer delinmiş sabahlıkla pencerenin önüne oturmuş, dolaplardan birinde zar zor bulduğum kahveyle kendime neredeyse ziyafet çekiyordum. Küflenmiş peynir ve bir iki dilim ekmek de vardı bu sofrada. Kirasını gene geciktirdiğim iki odalı bu evin belki de en güzel tarafı, tüm komşularımın bir nevi hayattan koparılmış, kendi kararlarının esiri olmuş güzel kafalı, sohbeti hoş insanlar olmasıydı. Evet, biz büyük hayallerİn yıkıntıları altında kalmış ve de kalkmaya mecali olmayan, kimilerine göre küçük, kimilerine göre fazla büyük insanlar olarak, pişmanlıklar apartmanında yerlerimizi almıştık. Çok değil iki üç seneye ev sahibi bir inşaat firmasına verecekti elbet bu viraneyi de, parlak insanlar otursun diye, bizi yıkıp geçeceklerdi ki baktığında değerimiz ne olabilirdi ki? İki üç notanın oluşturduğu bir melodinin altınla ölçüşemeyeceği bariz değil miydi?

Her zaman böyle bir insan değildim elbette. Kendi kendime, birer birer tuğla koyarak ördüğüm hayatın içine hapsolduğumu hissetmemle beraber, her şeyi, dört köşenin arasındaki her şeyi, tüm emeklerimi, işimi, aşımı, karımı ve çocuğumu tek çırpıda, bir sabah kafamda aniden beliren çılgınca bir düşünceyle bıraktım ve gittim. Özgürlüğe, yapmak istediğim şeye doğru yelken açtım. Ben bir müzisyenim. Hayatım boyunca yapmak istediğim tek şey de müzik olmuştur. Kafamda notalar ve melodiler döner, bazı bazı dünya kocaman bir müzikal bahçesidir gözümde. Dünyanın melodisini duyarım gece gözlerimi kapattığımda, ayın, güneşin ve de yıldızların türküleri ile titreşir yüreğim fakat şimdi görüyorum ki aslında ciğeri beş para etmezler konumuna çoktan koydu geçmişimdekiler beni.

Nasıl anlatırım bilemiyorum? Bir taraftan lanet olsun müziğe ve müziğin tanrısına, diğer taraftan başka türlüsünü hayal dahi edemem ki ben . Belki bir gün herkes Tolstoy olacak ve müziğin aslında sana bilmemen gereken, duymaman gereken şeyleri söyleyen ve tam da bu yüzden dilini çözemediğin bu acaip 'şeyin' seni kimselerin bilemediği, kimselerin göremediği, vahalara, cennetlere ve cehennemlere taşıyan, sırra vakıf olmadan, yarım yamalak bildiklerin ve gördüklerinle seni esir alan esareti altında seni köleleştiren bir gizem curcunası olduğunu anlayacak. Elimde bir anahtar ve hangi kilidi açtığını bilemiyorum ve sırf bu anahtar için yaktım, yıktım ve de toza döndürdüm.

Gün ağarıyordu yavaştan. Oturduğum yerden başımı kaldırıp aynaya baktım. Hüzün ve pişmanlık dolu gözlerime, birbirine giren saçıma, sakalıma. En çok kim acı çekti benim yüzümden? Çalıştığım iş yerinin patronu değildir elbet, gerçi harbi bir insandı ve severdi beni, gene de altı üstü bir çalışanım. Çalışma arkadaşlarım belki, nedensiz toparlanırlardı çevremde, ne de olsa gülmeyi de severdim güldürmeyi de. Kalbimi kimseye tam olarak açmadım ben, gülüşlerimin altında yatanı bilmez kimse. Mutluluğumu, mutsuzluğumu da. İnsanlara en ufak acımı gösteremem, ben ne de kanayan yaramı. Böylesine bir yalnızlık çok tehlikeli çok.

En çok acıyı anam çekti benim yüzümden hala daha üzülüyor halime. Ah anam ah, gel yerimde ol da, benim gibi bak hayata, anlam görülmeyen yerdeki anlamı görür gibi olurum ben ve anlamı olan çoğu şey gözümde o derece manasızlaşır ki, sanki manasızlıklar denİzinde boğuluverecekmişim gibi kaçarım oradan.

İnsanlar doğar, insanlar ölür. Tüm bunların arasında bir kaç nefeslik can ile, kendimi kapatmalı mıydım hayatın zindanına? Bu, küle dönecek beden vasıtasıyla görüp göreceklerimle yetinmeli, aldanmalı mıydım? İnanmalı mıydım yeşilin yeşil, mavinin mavi olduğuna? Eğer hayat bu kadarsa ve ben eninde sonunda çürüyecek bu bedenden ibaretsem, zaten bu bugün olmuş, yarın olmuş ne fark ederdi ki? Bilmeliydim bana gösterilmeyen şeyin ne olduğunu, görmesem de duymak istedim, duyurmak istedim, ötesiyle ilgili ufaktan bana sızdırılan ya da en azından benim öyle olmasını dilediğim o kutlu bilgiyi.

Gerçek manayı buldum gibi anne! Sayfalarca melodim var benim. Her biri bir anahtar gibi. Örtü kalkıyor arada sırada ve ben o ihtişam, güzellik ve sevgi karşısında o kadar küçülüyorum ki, bir daha asla kalkamayacakmışım gibi soluğumu kesen bir büyü ile efsunlanıyorum. Görülmemesi gereken, duyulmaması gereken ne varsa bir görünüp, bir kayboluyorlar ve ben deliriyorum, manyak oluyorum. Yakamoz gibi ellenmeyen, parıldayan şeyler deryasında ben, küçülmüş ben... Kahvem çoktan bitmişti, güneş epey yükselmiş, yatma vaktim gelmiş. Gündüzleri parlamayı sevenlere bırakıyorum, benim gözlerimi alıyor o kadar parlaklık, geçmiş yaşını, kırışıklıklarını, elmaslarla, yakutlarla kapatmaya çalışan yaşlı bir kadın gibi yeryüzü de üzerinde kaynayan kötülüğü güneş ışığı altında mazur gösteriyor, fakat ben görüyorum!

Yatmadan son bir kez gitarıma baktım. Sessizce iyi uykular diledi bana, bir tek ben duydum.

Esindaş

Hiç yorum yok:

Sayfalar